Karamandancom'un gurbetçi yazarı Abdullah Konuksever'in gurbetçilerin yaşamına dair ele aldığı "Amsterdam Turistleri" romanının birinci bölümü. Romanın bölümleri sırasıyla yazarımızın Karamandancom üzerindeki sayfasında yayınlanacaktır.
Amsterdam’ın Turistleri 1. Bölüm: BMW
Ramazan üç ay önce Mifa bisküvi fabrikasından çıkmıştı; sözde Mifa’da bir yıl hamal olarak çalıştıktan sonra üretime geçecekti. İki yıl sadece hamallık yapmıştı. Parası fena değildi, lakin eve geldiğinde bazen ayakta durmayacak kadar yorgun oluyordu. Kamyon ehliyetini alınca mobilya mağazasında iş bulup çıktı. Mağazadan aldığı para azdı fakat başka çaresi yoktu, başka iş bulamadı.
İdare edecekti; en azından çalışırken canı çıkmıyordu. Mobilyaları depodan alıp müşterilere götürüyor ve monte ediyordu. Bir ay geçmeden işi öğrendi. Bazı müşteriler “geç kaldın veya iyi takmadın!” gibi mızmız edip moralini bozuyordu. En çok apartmanlardan eski mobilyaları atmalarından rahatsız oluyordu. Eski mobilyaları almak zorunluluğu varmışçasına davranan müşteriler çıkıyordu. Hani, iyilikle, biraz da para karşılığı eski mobilyaları alıp çöpe atabilirdi ama işin içine emri vaki girdi mi, olmuyordu.
Mobilyacılığın avantajları da vardı elbette. Bazen çok yıpranmamış mobilyaları alıp ya kendi kullanıyordu ya akraba, konu komşuya veriyordu. Bazen iyi bahşiş verenler de çıkıyordu. Her hâlükârda, mobilya nakliyatçılığı Mifa’da hamallıktan çok çok iyi idi.
Yunuskent’te bir eve mobilya getirmiş, monte etmişti. Hacı amca iyi bahşiş vermiş, keyfi yerindeydi. Kamyonete binip eve gidecekti; karşıda duran pırıl pırıl parlayan sarı plakalı bir araba dikkatini çekti. Galiba BMW idi ve hayalini bile edemeyeceği güzellikteydi. Metalik boya, spor jant ve renkli camlı arabadan gözünü alamıyordu. Bir taraftan arabanın güzelliğini seyrediyor bir taraftan da söyleniyordu:
"Ben sabahtan akşama kadar canım çıkıncaya kadar çalışıp zar zor evimi geçindiriyorum. Adam hayalini kuramadığım bir arabayı getirmiş gözümün içine sokuyor ya! Benim sülalem toplansa bu arabayı alamaz! Para olsa yine alamayız, memlekette Hacı Muratla kambur Reno’dan başka araba mı var sanki! Bir de yamuk şıkoda pikaplar var! Tövbe tövbe ya, durduk yerde adamı küfrettirip günaha sokuyorlar! Mecbur musunuz lan koca koca arabalarla memlekete gelmeye? Daha dün siz de karnınızı zor doyuruyordunuz, kesin unutmuşsunuzdur! Sonradan görmeler, nispet yapıyorlar işte! Oralarda adam gibi bir iş yapsalar burada hava atmalarını anlayacağız ama orada ya sırtında taş çekiyorlar ya da tuvalet filan temizliyorlar! “
Araba selektör yapınca mahcup oldu, içinde biri olduğunu fark etmemişti. Hemen kamyonetine binmek için kapıyı açarken biri “Ramazaan!” diye kendini çağırıyordu. Sağına soluna baktı kimseyi göremedi, korna çalınca yine yabancı plakalı arabaya baktı. Gözüne inanamadı. Arabanın içinden biri kendine el sallıyordu. Meğer arabadaki dayısının oğlu Altan’mış. Hemen yanına gitti.
-Ramazan, Altan abini tanıyamadın mı?
-Altan abi, tanımaz olur muyum hiç? Hoş geldin! Nasılsın, iyi misin?
Dayısının oğlu ile bir iki dakika hoş beş muhabbeti yaptıktan sonra eve gitti.
Melahat, kocasının sinirine alışmıştı ama bugün çok dalgındı. Mobilya işine girdi gireli üç beş güne eve morali bozuk halde gelirdi; ya müşteri canını sıkardı ya da trafikte sorun yaşardı. Bir iki saat kahvede oturduktan sonra bir şeyi kalmazdı. Eve geldiğinden beri hiç konuşmadan sigara içip duruyordu. Kahvehaneye de gitmiyordu. “Ramazan, hadi kahvehaneye filan git!” de diyemezdi. Eşi sinirliyken, en iyisi ondan uzak durmaktı.
-Melahat, gel otur şuraya. Seninle bir şey konuşacağım.
Melahat’ın yüreği ağzına gelmişti, kesin çok kötü bir şey olmuştu. Acaba biri mi ölmüştü?
-Ben kesin kararı verdim, Avrupa’ ya gideceğim!
-Ramazan, Allah iyiliğini versin emi! Ben de çok kötü bir şey oldu diye korktum.
Melahat biraz düşündükten pek istemediğini söyledi. Niceleri Avrupa’ ya gidip eşini ve çocuklarını unutmuşlardı. Şimdi kıt kanaat geçindiklerini ama bir iki yıla kalmaz oğlanlarının da bir ustanın yanında çalışıp eve para getireceklerini söyledi. Ramazan Avrupa’ya giderse, çocukların bir kaç yıla büyüyüp söz dinleyemeyeceklerini, tek başına büyütemeyeceğini de anlattı. “ O zamana gelirim!” deyip geçiştirdi. “ Baban ne der?’ diye kayınbabasını öne sürdü.
-Ya Melahat, saf saf konuşma! Babam ne diyecek sanıyorsun? Tabi ki karşı çıkacak! Oğlum, bizim bahçede bir Avrupa, bakarsan çok para kazanırsın diye bas bas bağıracak! Aç kalsam o bahçede yine çalışmam!
Melahat ne dediyse, hiç birisini dinlemedi. Ramazan’ın konuşmak istediği aslında sadece Avrupa’ya gitmek değildi, zaten kararını vermişti. Kayınbabasından kalan 20 dönüm tarlayı satmak istiyordu. Zaten dayısı ekiyordu ve “yıl kötü gitti” diye bir şey vermiyordu
-Melahat, söz veriyorum bol bol para gönderecem. Bir yolunu bulup işçi olursam, hemen gelip sizi de Avrupa’ya götürecem. Altan abi, 4 yıl önce Hollanda’ ya gitmişti bugün fosforlu bir arabayla gördüm. Eşini ve çocuklarıyla bir ay sonra gideceklermiş. İstemez misin Hollanda’ya yerleşelim, çocuklarımız rahat etsinler, geleceklerini kurtarsınlar? Burada kalıp benim gibi amele olacaklar! Hem anneni bile yanımıza alırız. Şu yaşına gelmiş kadıncağız halen tarlalarda sıcağın altında günlükçü olarak çalışıyor. Doğru dürüst parasını verseler de çalıştığına değse. Üç beş seneye kalmaz ne çalışabilir ne de kardeşlerin annene bakarlar. İstersen anneni de düşün.
Melahat, annesine ileride yardım edebilmek için tarlasını satmayı kabul etti ama içi hiç rahat değildi. Ramazan: “kimseye bir şey söyleme!” deyip kahveye gitti. Melahat düşüncelere daldı. Evi iyi kötü geçindirirdi, bisküvi fabrikasında çalışabilirdi. Hem annesi de kendileriyle beraber kalır, çocuklara bakardı. Yaşlı halinde tarlalara, bahçelere günlükçü gitmesine gerek kalmazdı. Mecbur kalınca çocuklarına hem annelik hem de babalık yapardı. Kocasının asabiliğine, sinirine çoktan alışmıştı, huyundan suyundan gidip gül gibi geçiniyorlardı. Zaten siniri de gençliğinde sağ sol kavgasına karışmış, polis bir gün gelip götürecek, hapse atacak telaşındandı. Ramazan çok iyi biriydi, evine, eşine, çocuklarına çok bağlıydı. Çok çalışır, kendini yıpratırdı ama kimseye muhtaç etmezdi. Şeytan aklına kötü kötü şeyler getiriyordu: ya Ramazan Avrupa’da sarışın gâvur karısının biriyle evlenip bir daha gelmezse? Genç yaşta 3 çocukla dul mu kalacaktı? Daha fazla dayanamayıp hüngür hüngür ağladı. Şirin, annesinin neden ağladığını bilmiyordu ama hemen annesine sarılıp o da ağladı.
Ramazan sevincinden koşarak kahvehaneye gidip arkadaşını buldu.
-Güdüük! Nasılsın canım!
-Ramazan abi, hayırdır bu neşe nerden esiyor böyle?
Ramazan Avrupa’ya gitmek istediğini anlattı.
-Abi şu günlerde Avrupa’ya giden gidene. Memlekette genç kalmayacak bu gidişle. Bölem de gitmiş, eniştem küplere biniyor. Çarşıda kebap salonu açmıştı, işi de iyi idi ama beyefendi bir hafta önce Amsterdam’a gitmiş.
-Boş ver böleni möleni, beraber gidelim.
-Abi, dalga mı geçiyorsun benimle? Cepte beş kuruş yok, Avrupa’ ya gidelim diyorsun.
-Sende zırnık para olmadığını ben de biliyorum ama bizim Koca tefecide para gani!
-Koca tefeci bir verir iki filan ister!
-Aslanım, Avrupa’da para bol, kazanıp ödersin.
Güdük Mehmet babasını yıllar önce kaybetmişti. Büyük bir adım atacaktı ama danışacağı kimse yoktu. Abisine sorsa, “bana ne, nereye gidersen git!” diyeceğini biliyordu. Aslında kaybedebileceği bir şey yoktu, ne doğru dürüst bir işi, ne eşi ne de çocukları vardı. 5 yıl önce boşanmıştı, bir daha evlenemedi. İşsiz, kimsesiz adamla kim evlenirdi ki?
-Güdük, bol para kazanırsan seni everirim. İstersen sarı bir gavur kızı bile alırım sana!
-Yaşa be abi! Tamam, ben de geliyorum. Hey Avrupa, bekle Güdük’ te geliyor!...