Osmanlı maliye nazırı Cavit Bey Atatürk’e suikast sanığı olarak tutuklanmış, mapushaneden eşine mektuplar yazmış ancak eşine verilmemiştir. Tarihçiler aslında Cavit Bey’in suçlu olmadığı konusunda görüşler öne sürmüşlerdir. İdam edilen Cavit Bey’in birde bankası vardı. Ölüm ile tasfiye olmuştur.
(İstiklal Mahkemesinin ölüme mahkûm ettiği Maliye Nazırı Cavid Bey’in tevkif edildiği günden asılacağı güne kadar yazmış olduğu bu mektuplar eşi tarafından bile ilk defa görülmektedir.)
Çok sevgili Aliyeciğim, evlendiğimizden beri üçüncü defadır ki birbirimizden ayrılıyoruz. Birincisini pek iyi hatırlarsın, Roma’ya gitmek içindi. İkincisini, kısa bir Paris seyahati tevlit etmişti. Birinde sen Cahitlerle Gartun tepesinde diğerinde gene onlarla Manton’da kalmıştın. Ayrı geçirdiğimiz her gün için sende mahfuz bir mektup vardır.
Bunların son numarası, hafızam beni aldatmıyorsa, on dokuzdu. İstanbul’a birlikte geldiğimiz 22 Temmuz 1922 tarihinden beri hiçbir gece birbirimizden uzak kalmamıştık. Bu ilk defadır ki vaki oluyor ve ne kadar elim sebeple…
Dün senden ayrıldıktan sonra, polis vazifesini kemali terbiye ile ifa etti. Ceplerimi boşalttım. Hallacyanın iki mektubu ile Oskan Efendinin (1) mektubunu aldılar. Bunlarda ve evdeki taharriyatta evrak-ı muzurra bulunmadığına dair bir zabıt imzalandı. Geceyi karakolda geçireceğim anlaşıldı. Evden mektubunu aldılar.
Zavallı sen, bunları gönderirken, kim bilir ne halde idin? Pek iştihasız bir kaç lokma yedim, polisle konuştum. Sonra, yatmağa çıktım. Sabaha kadar bir saniye gözlerimi kırpmadım. Yanımda yatan polisin haline hayran oluyordum. Tahtakurusu hücumuna sanki bir zırh ile örtülmüş gibi mukavemet ediyor ve uyuyordu. Galiba bir kere uyandı ve benden; tahtakurusu hissediyor musunuz, diye sordu. Hissetmek mi? Ufhun ağardığını görsem de, bu azap yatağından fırlasam diye bekliyordum. Fakat maddi ıstırap manevi ateşin yanında hiçti. Her dakika seni yalnız odanda, yaşlı gözlerle hıçkırıklarla görüyor ve ağlıyordum. Nihayet kalktım henüz ayrılığa delalet eden bir şey yoktu. Saat dört mü idi , neydi bilmiyorum, pencere önünde . adanın o kadar çok sevdiğim denizine birlikte neşelerle , ne saadetlerle yüzlerce geçtiğimiz bu yola baktım.
Sabah ilk vapurla gideceğimizi bildiğini ve mutlaka beni görmek üzere buradan geçeceğini veya vapura geleceğini zannediyordum. Yüzümü yıkadım, giyindim, bekledim. Ekmeksiz bir çay içtim. Vakit geldi. Sen çıkmadın. Veda edemiyerek… Bir kere daha gözlerinden öpemiyerek, cici Osmandan haber alamıyarak adayı terk etmek lazım geliyordu. Hükmettim ki vapurun saatini bilmiyordun. Yahut, pek acı olacak olan bu mufarakat anında karşı karşıya gelmemize, dostlar mani olmuşlardır. Allahaısmarladık. Saburlu ol, metin ol. Zaaf, korkusu olanların ve kabahatlilerin karıdır. Alınları açık olanların bir şeyden pervaları yoktur. Osmancığa iyi bak. Babasını aradığı zamanlar, üzülmemesi için oyuncaklarla avut. Her ikinizin gözlerinizi pek çok öperim.
Zavallı zahir benim ‘’polis müdüriyetine gidiyoruz’’ şikayetinde bulunduğumu sanıyordu.
Köprü, Galata, Salon…
Yanımdaki memurlar, bilmem hangi memuru soruyolardı. Vapurda imiş. Dışarıda bulunmadığına kızıyorlardı. Gülcemal vapuruna girdik. Kamarımı gösterdiler. Bundan berbat bir şey tasavvur edilemez. Hiçbir tarafa penceresi yok. Değiştirmek imkanını aradım. Cemi bey tayin etmiş, değişemez dediler. Aynı otomobil, aynı seyahati galiba yedi kere yaptı. Bir ara polis müdürü Ekrem Beyle yüz yüze gelen Refet Paşanın sesini işittim: gülerek ‘’nasılsın Ekrem Bey? Bu da geçer.’’ diyordu.
Ziya bey isminde biri yanıma geldi. Galiba bu da polis memuru. İptida; Kars mebusu Ömer beyi tanımayıp tanımadığımı sordu. Ömrümde görmediğim bir adam. İkinci bir sual; ‘’ Osmanlı Bankasına veyahut, diğer bir bankada paranız var mı’’ buna da, hayır yok cevabını verdim. Demek hiçbir bankada paranız yok? Diye tekrar etti. Hayır yok dedim. Bu da belki bizi zengin farz edenlerden. Bu yok cevabına hayret etmiş olacaktır… ( düyunu – umumiye ) deki taharriyatı da aynı zat yapmış olacak ki, kasamın anahtarını verip vermediklerini sordu ve girip diğer bir memurdan alarak bana verdi. Eşya geldi. Yatak koridorda kaldı. Çantamı kamaraya koyduk. Her mevkuf için bir sivil, bir resmi polis var. Bunlardan biri kamarada oturacakmış. Fakat benim kamarada buna imkân olmadığını memur da gördü: ( Biz içeriye giremeyiz, dışarıda otururuz. ) dedi. Bu kısım memurlar çok terbiyeli kimseler. Ben son yolcuları beklemeden, kamaranın altındaki yatağıma uzandım ve cehennemi bir sıcakta uyudum; diyemiyeceğim… Sızdım. Gözlerimi kapadım, sarhoşlar gibi bir haldeydim.
Haydi, biz mevkufuz… Fakat para verip seyahat eden bir yolcu böyle kamaraya nasıl yatırılabilir?
İşte sevgili Aliyeciğim, dün ve dün gece de böyle geçti. Sen bu yolculuk haberimizi acaba gazeteci dostlardan, daha evvel aldın mı? Bu sabah gazetelerde okudun mu? Yoksa hiçbir şey bilmeyerek tevkifhaneye gidip beni aradın mı? Bu sonuncu ihtimalin tahakkuk etmemiş olmasını çok arzu ediyorum. Bu mektubu mu da burada kesiyorum. Allahaısmarladık. İpek saçlarından öper, Osmancığı binlerce kere kucaklarım benim çok sevgili ve çok nazlı Aliyeciğim. (Gülcemal vapurundan 25 Haziran gecesi yazılmıştır.)
Çok sevgili Aliyeciğim.
Dün öğleye kadar Galata rıhtımında idik. Vapura girenler çıkanlar oluyor, fakat tabii biz, bir şeyden haberdar olmuyorduk. Yalnız polislerle memurların konuşmalarından anladım ki, on kişiyiz. Ben,Refet paşa, Ali Fuat paşa, Rüştü paşa, İsmail Canbolat, Cafer Tayyar paşa, Sabit Bey, Ergani mebusu İhsan Bey, Sivas Mebusu Halis Turgut Bey, Necati Bey… Benim karşımdaki iki küçük kamarada İhsan beyle Halis Turgut bey var. Birincisi tıpkı benim gibi, fakat ikincisinin denize açılan iki penceresi var. O pencereler sayesinde koridordan geçen havadan birkaç zerresi de bize isabet ediyor.
Vapurun ikinci kamaraları mevkuflara ayrılmış zahir hepsine kafi gelmemiş olacak ki, bir kısmını başka vapurla getirilmek üzere İstanbul’da bırakmışlar. Öğleye kadar pençesi altında bizi ezen sıcaktan, vapurun hareketinden sonra da yakamızı kurtaramadık. Galata rıhtımı ile, açık deniz arasında hiçbir fark yoktu. Artık bunun ne müthiş bir ızdırap olduğunu tasavvur edersin. Kamaranın içinde sıkıldıkça, bunaldıkça kapıya çıkıp polisle konuşmak, en büyük zevk… Zabıta memurları çok terbiyeli, içli insanlar. Azmi beyin de bunlar arasında ne büyük şöhreti var. ‘’Azmi bey polis müdürü olsun da, kırk sene polislik edeyim’’ diyorlardı. Bir diğeri o zaman polismiş. Ayın ilk günü takır takır altınları alırdık. Dört altın para arttırırdık, diye arkadaşlarına anlatıyordu. Oldukça fena bir öğle yemeği yedik. Vapur da hareket etti. Bir müddet sonra Sarayburnunu geçtiğimizi ve daha sonra, sizleri içinde taşıyan sevgili adayı arkada bıraktığımızı, hep farz ve tahayyül ediyordum. Bundan sonra artık hiçbir şeyle meşgul olmadım. Ne mevki tayini ile ne denizle… Sıcak beni, ihtiyarını kaybetmiş, mecalsiz bir hale getirmişti. Akşam yemeği de, gündüz ki gibi idi. Ondan sonra da yattım. Zaten bütün gün başka bir şey yapmamıştım. Uyandığım vakitte saat kaç olduğundan haberdar değildim. Sabah olmak üzere idi. Gözlerimi açar açmaz, sizleri öptüm. Ve saatlerin, dakikaların geçmesini bekledim. İşte yirmi dört saatte böyle geçti. Bakalım daha ne kadar günler, geceler böyle birbirimizden ayrı olarak geçecek. Bari bir yerde uzun tavakkuf etsek te, sizin afiyet haberlerinizi muntazam almak mümkün olsa… Elimden çıkmış birkaç satır yazı görsem… Bu uzun gün ve geceler bana bir asır gibi gelmeye başladı. Zihnim hep seninle ve Osmancıkla meşguldür. Babasını arıyor mu? Yoksa iki üç baba baba dedikten sonra unuttu mu? Gelmediğimi, suallerine cevap vermediğimi gördüğü bu fena babaya hiddet etmiş ve küsmüş müdür? O olan bitenden haberdir. Bunları büyüdüğü zaman okuyacak ve hissedecektir. Fakat sen?... Sen ne yapıyorsun? Izdıraplarını, azaplarını, dünyada hiçbir kadınınkine benzemeyen acılarını düşündüğüm vakit, bütün vücudum bir humma ateşi içinde yanıyor. Ayrıldığımız dakikadaki halin, gözyaşların daima çok canlı bir tasvir gibi karşımda duruyor. Fakat bir gün sevgili Aliyeciğim, bunların hepsi unutulacak ve bu fena günleri birbirimize, izi kalmamış eski bir kâbus gibi nakledeceğiz. Şimdi artık susuyorum. Yarın sabah gene konuşuruz. Benim için Osmancığın yanaklarından öp. Senin de gözlerinden binlerce kere öperim.
"Bu içerik, 739. TÜRK dil Bayramı armağanı olarak Anı Bisküvi tarafından yayımlanan Rıfkı Boynukalın imzalı TARİH SAYFALARINDAN MEKTUPLAR adlı eserden alınmıştır."
Yorum yazarak Karamandan.com Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Karamandan.com hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Haber ajansları tarafından servis edilen tüm haberler Karamandan.com editörlerinin hiçbir editöryel müdahalesi olmadan, ajans kanallarından geldiği şekliyle yayınlanmaktadır. Sitemize ajanslar üzerinden aktarılan haberlerin hukuki muhatabı Karamandan.com değil haberi geçen ajanstır.
Şimdi oturum açın, her yorumda isim ve e.posta yazma zahmetinden kurtulun. Oturum açmak için bir hesabınız yoksa, oluşturmak için buraya tıklayın.
Yorum yazarak Karamandan.com Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Karamandan.com hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Haber ajansları tarafından servis edilen tüm haberler Karamandan.com editörlerinin hiçbir editöryel müdahalesi olmadan, ajans kanallarından geldiği şekliyle yayınlanmaktadır. Sitemize ajanslar üzerinden aktarılan haberlerin hukuki muhatabı Karamandan.com değil haberi geçen ajanstır.